Yolculuklarda kendimi bulurdum hep. “Bulur-dum”. Malum, yakın zaman içerisinde yolculuklara çıkacağız gibi durmuyor pek. Yolculuklarımı hatırlamak istiyorum bu gece.
En sevdiklerim otobüsle yapılanlardı mesela. Arabayla da yapılan yolculuklar güzel ama otobüs daha büyük olduğundan olsa gerek, daha yukarıdan manzarayı izleyebilmek ve böylece daha uzakları görebilmek kendi içimde de daha derinlere bakabilmemi sağlıyor. Kimi zaman manzara yemyeşil ormanlar, tepeler, vadiler olurken kimi zaman da kahverenginin her tonunun yumuşaklığını hissetmek mümkün oluyor. Yani kimi zaman Saraybosna’dan Poçitel’e yapılıyor yolculuklar kimi zaman da Sarıkamış’tan Ani’ye. Ah bir de o yeşiller arasında kıvrılan bir nehir eşlik ediyorsa dalıp giderim ben de o suda, su beni nereye götürürse oraya giderim, akıntısına bırakırım kendimi, suyun içinde su olurum.
Uçakla yapılan yolculuklarda ise apayrı bir heyecan eşlik eder bana hep. Meşakkatli olabilir bu yolculuklar. Saatlerce bavullar hazırlanır. Havaalanına erken gidersen canın sıkılır, geç gidersen de telaş olursun. Dakikası dakikasına yapılmaya çalışılan uzun bir zaman hesabı, hangi yoldan gidilecek, hangi köprü kullanılacak, hangi araçla gidilecek… Tüm bu hesaplar sonunda biraz geç biraz erken ulaşılırız havaalanına. Uzun kontrol kuyrukları. Bu bir kış yolculuğu ise ve bot giymişsem, kemerim de varsa, bir de laptopum çantamdaysa vay halime. Havaalanındaki koşuşturmacaya girmeden hemen yerleşmek istiyorum uçaktaki yerime ve bulutları bu sefer yukarıdan izleyecek olmanın verdiği o minik heyecan ile düşüncelere dalmak.
Peki ya bir şehri yukarılardan seyre dalmak için tırmanılan yokuşlar, tepeler, kaleler? O yolculukları da çok severim. “Arabayla buraya kadar çıkılıyormuş, buradan sonra tabanvay.” Bu cümle ardından yapılan o tırmanış, yukarılara yaklaştıkça bacaklarımızdaki o hafif tatlı yorgunluk ve sıklaşan nefesler. O manzarayı görmek için ne kadar da değiyor ama değil mi? Sonra sessizce orada uzun uzun şehri seyre dalmak. Sevdiklerinle de paylaşabiliyorsan o anı, gerçekten de “o an”dasın işte.
Yaşadığım şehirde bir turist edası ile dolaştığım zamanlar. Kendi şehrime, şehrimin insanına, sokaklarına, iskelelerine, ağaçlarına, sahil boyuna, erguvanlarına, mor salkımlarına yaptığım yolculuklar. Yolculuklarım arasında en çok benim olan ve en çok özlediğim İstanbul’da yaşıyorum diyebilmek için İstanbul’u yaşadıklarım.
İşte bütün bu yolculuklar, kendimi bulduğum, kendimi keşfettiğim, beni hayatta hissettiren, bana nâmütenahi zevkler bahşeden bu yolculuklar. Kimi zaman yaşadığım anlar o kadar değerli olur ki o anları bir kutuya koyup hep yanımda saklamak, özledikçe açıp tekrar yaşamak isterim. Yolculuklarımı fotoğraflarda, videolarda, kelimelerde saklıyorum ben de. Özledikçe okuyup, okudukça aynı yolculuğu bu sefer farklı bir şekilde yaşamak için. Yolculuklarımı yaşatmak için.
Bu yazı bitmeden Xavier de Maistre’yi de anmak istiyorum. O da bir yolculuğunu yazarak ölümsüzleştirmiş. Öyle ki o yolculuk yüzyılları aşmış bizlere ulaşmış. Xavier’in yolculuğu çok uzak bir yere değil. İlk bakışta büyüleyici bir yere de değil. Kendi odasına yolculuğu. Odasında çıktığı bir yolculuğu anlatmış. O “dört duvar”, “üzerimize gelen” odalarımız var ya hani, onların birinde.
Bahane bulmamak lazım. Güzel bir yolculuk için tek gereken şey kendimiz.
Sonsuz yolculuklarımız olsun.
—
Yazıyı bitirdikten sonra başa dönüp tekrar okumak istedim. Yazının başında yolculuğa uzun bir süre çıkamayacağıma üzülürken bu yazının kendisi bile bir yolculuk olmuş. Yepyeni bir yolculuğa çıkmışım, sonunda da kendime nasihat düşmüşüm: Bahane bulmamak lazım.
Comments are closed