Geçmiş yıllardan daha güzel geçmesi dileğiyle başladığım 2019, yolculuklarla başladı. İki türlü bir yolculuk aslında. Biri kendimi daha iyi tanımaya çalıştığım bir yolculuk, diğeri yeni yerleri yeni şeyleri keşfetmeye çalıştığım bir yolculuk. Şimdi ilkini anlatmaya başlayıp felsefe yapmayacağım merak etmeyin, Troya’dan bahsedeceğim biraz.
Çanakkale ve çevresine daha önce defalarca gitmiş olmama rağmen Troya Antik Kenti’ni gezme fırsatım olmamıştı hiç. Troya diyince çoğu insan gibi benim de zihnimde tahta bir at canlanırdı. Troya zihnimde sadece Truva atı ile bağdaşmıştı.
Geçtiğimiz yıl çok sevdiğim bir yazarın kitabı çıktı. Beni çok etkileyen, ruhuma fazlasıyla dokunmuş bir dolu yazının olduğu bir kitap. Kitabın ismi ilginçti: Babam Beni Şahdamarımdan Öptü. Kitabın isminin neden bu olduğunu merak ede ede okudum. Son birkaç sayfasında açıklıyordu yazar. Babasıyla ilişkisini anlatan bir yazıda Troya’ya yaptıkları geziden ve orada babasıyla paylaştığı andan bahsediyordu.
“Hayatımızda öyle bir an vardır ki o anın üstünden yıllar geçse bile, biliriz ki o an, hayatımızdaki tek bir fotoğraf olabilecek güçtedir ve aklımızdan çıkmaz.”
Ozan Önen – Babam Beni Şahdamarımdan Öptü
Etkilenmiştim. Fırsat bulduğumda gidip görmeliyim diyerek aklımın bir köşesine not aldım.
Troya atının varlığından haberdar olsam bile aslında onu ilk dinleyişim bu şekilde olmuştu. Bir yıl sonra, üniversitede olduğum ilk “quiz” Troya’dan geldi. Homeros’tan “Odyssey” okuyorduk derste. Çalışmadığım için stres olmuş “Troya Savaşı ne zaman oldu?” sorusunu “nerede oldu” diye okuyup cevaba Çanakkale yazmıştım. Sonrasında aslında Troya’nın bir kent olduğunu, Troya Savaşı’nın Homeros tarafından anlatılan ama kesinliğinden emin olunamayan bir savaş olduğunu bu sebeple tarihini kesin olarak bilemeyeceğimizi öğrendim. Odyssey’i okudukça ve üstüne konuştukça da Troya’nın tarihini biraz daha öğrenmiş oldum.
Zaman geçti, beklemediğim bir anda önüme bir fırsat çıktı. Kendimi Troya’da, yeni açılan Troya Müzesi’nin kapısında buldum. Tarihi çok sevsem de müzelerden pek haz etmem. Sevdiğim çok az müze vardır. Birçoğunu gezerken sıkılırım. Ama bu müze farklıydı. Alışılagelmişin dışında bir mimari ile karşıladı bizi. Bir müze düşünün ki dört katlı, bir kattan diğerine merdiven değil rampalardan ağır ağır çıkıyorsunuz Ayasofya’da olduğu gibi. Bir üst kata çıkıp yeni bir bölümü görmeye hazırlanırken size alanın manzarası dışında hiçbir şey eşlik etmiyor. Duvarları özellikle boş bırakmışlar ki ziyaretçiler bir bölümü gezmeyi bitirip diğerine geçerken zihinleri biraz boşalsın, dinlensin, yeni bölümü de rahatlıkla gezsinler. Büyük ve içinde çok fazla buluntu olmasına rağmen sıkılmadan gezebildiğim ender müzelerden bir oldu Troya Müzesi. Biraz ilgi alanım olmasından kaynaklı olsa gerek, içeride sergilenen buluntuları çok zevk alarak izledim. İzledim diyorum, çünkü milattan önce kalma oyuncaklara, süs eşyalarına, heykellere, lahitlere uzun süre bakmaktan kendimi alamadım. Üstünde Grekçe bir şeyler yazan taşları okuyabilmeyi bile o kadar istedim ki, Grekçe öğrenmeye başlamam an meselesi.
Müzeden çıkıp antik kente doğru yol aldık. Kentin girişinde o meşhur destanlara, hikayelere konu olmuş Truva atı karşıladı bizi. Yıllar önce küçük bir çocukken oraya gidip babasının anlattığı hikayelerdeki atla buluşunca neler hissettiğini zihninden neler geçtiğini anlatmıştı yazar kitabında. 1975 yılında anlatılan hikayelere göre yapılmış olmasına ve aslında o tarihi yaşamamış bir yapı olmasına rağmen kim bilir başka kimlerin hangi anlarını süslemiş ve onlara tanıklık etmişti kent girişindeki o tahta at. Troya tarihinden kalmamıştı belki evet ama o kendi tarihini yazabilmişti.
Antik kenti sabahında kar yağmış, öğlene doğru güneş açmış bir günde gezdik. Coğrafyaya hayran kalmamak zaten mümkün değil. Attığım her adımda zihnimde okuduklarım, dinlediklerim geliyordu aklıma. Derste okuduklarımız, konuştuklarımız, zihnimde canlandırdığım o dönemin yaşantısı… Çok farklı bir gözle gezdim Troya’yı.
Bana bugün kalk Troya tarihini eksiksiz anlat deseniz anlatamam. Tarihçi değilim. Amatör olarak geçmişle, yaşanmışlıklarla, insanlık tarihi ile ilgileniyorum. (Bu arada, amatör kelimesi amare yani sevmek fiilinden türemiştir, Latince’de sevgili demektir.) Bir geçmişi olan, anıları, hatıraları olan mekânlar ve yerler bana hep çok ilginç gelmiştir. Tarihi mekânlardaki o yaşanmışlığı hissetmeye çalışırım ne zaman fırsat bulsam. Tarihe ilgim de böyle başlamıştı. O yüzden bana bugün kalk anlat deseniz kitaplarda yazanı anlatamam belki ama bana ifade ettiği şeyi, benim hayatımda aldığı yeri, benimle bağlantısını yani benim geçmişimin parçası olan yüzünü anlatabilirim. Hayat da biraz bu değil mi zaten? Kendi hikayemizi yazarken bizde iz bırakan insanları, mekanlar, şeyleri paylaşmak.
Comments are closed